Felsefe, bağımsız ve özgül bir varlık alanına sahip olup kendine ait ve kendisiyle açıklanabilecek fenomenlerden oluşur. Bu fenomenler, "gerçek" nesnelerden oluşmazlar. Bu bakımdan, tikel deneyimler ve ampirik duyu verileri ile bilinemezler. Yani, tümevarımsal araştırma yöntemiyle elde edilecek veri kümelerini içermezler. Felsefe işte tam da burada, pozitivizmin mağrur sofrasından kalkarak ve bir masal şatosundaki varlıklar gibi sanal olan fenomenler dünyasına girerek, orada varlığın özsel yapısını keşfetmeye çalışır. Yani “töz”ü, kendi kendine ve kendinde olanı, “apriorik realite”yi. Bu apriorik realite ya fiziksel ya da metafizik alana aittir. Yani ya beş duyu organıyla algılanabilir olana aittir ya da transandantal bir evrenin realitesidir. Bu “hakikat”, anlaşılmadan bilinemez. Belki “negatif yönlü bir zaman”a aittir “özsel realite” ; yani zamanın tersine aktığı, olayların önce gerçekleştiği sonra da istendiği. Daha kristalize bir retorikle, nedenin -sonuçtan önce değil, sonucun nedenden önce geldiği bir aleme. Bizler, duyu organlarımızla birbirimizi ve kendimizi algıladığımız varlıklar bu alemin vektörel artı sonsuza giden geçici atomlarıyız belki de.
Felsefe tam da bu noktada “fenomenolojik yönteme” başvurur , yani "hakikat"ın kapısını aralayacak sihirli bir anahtara. Bu anahtar, bir yönüyle masal şatosunun kilidini açacak ve "hakiki" alemi bize getirecek olan bir araçtır belki de. Buna göre belirli bir varlık yorumu ışığında, bu sihirli anahtarla, “fiziki” ve "gerçek" bir biçimde tek yanlı kavranan olguları yeni ve büyülü bir yorumla yeniden keşfedebileceğiz. Yani, şeylerin özüne, "res cogitans"* olarak ulaşabilme ihtimalimizi büyütebileceğimiz bir anı yakalama mutluluğuna ... Yani, en son tahlilde bizler, matematiksel olarak daha kesin bir sonuca yaklaşabileceğimizi umabileceğiz daha büyük bir güvenle. (Hipotetik-dedüktif yöntemin güzelliğini de bu “fenomenolojik felsefe”de bulabileceğiz.) Unutmayalım, kozmosta bizim matematiksel ve mantıksal olarak tanımlayabileceğimiz "kesin bir gerçekliği" günümüze kadar keşfetmiş değiliz henüz. Rölativitenin keskin olmasa da kendine güvenen soylu karakteri; -felsefî yaklaşımları Panteon tanrıları gibi tanımlarsak-, Olympos dağında her şeyle dalga geçer gibi oturan Zeus'a benzer belki de. Fenomenolojik yöntemin bize “hakikat”ı sihirli bir hologram gibi belirerek bize anlatacak bir Sorceress'e** götürecek bir kapıyı aralayacağını umabiliriz. Ama şunu unutmamalıyız ki, bu bizim için sadece bir başlangıç olacaktır...
*Res cogitans: Düşünen şey.
** Sorceress: Büyücü kadın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder